Ahmetİnsan, olanaklar varlığıdır. Olanaklar, zaman içinde gerçekleşebilir. Biyolojik yaşlı, zamanı azalmış dolayısıyla olanakları azalmış bir insandır. Azalan zaman, güç, yetenek, hareket yitimine yol açabilir. Sınırlı olanaklarıyla yaşlı, ömrünün bu dönemini nasıl tükenmemiş biçimde geçirebilir? Eldeki çalışma bu soru ekseninde tartışma açmayı, görüş getirmeyi deniyor.

                                                           ***

İnsan, bir candır. Can beden, duygu, düşünme -anlam verme ve çevreden oluşur. İnsanın bedeninin yaşlanması; duygularının, düşüncelerinin, yaşam karşısında yorumlarının, tinsel  (manevi) yaşantılarının, çevresiyle ilişkilerinin yaşlanması anlamına gelmez. Yaşlanınca, neremiz yaşlanır? Canımızın hangi bileşeni? Bedeniniz, elbette yaşlanır. Duygularımız, aklımız, yorumlama-anlama gücümüz, anlamlarla değerlerle yaşama gücümüz yaşlanır mı bedenimizle birlikte? Yaşlanmayabilir. Canımızı genç tutabilirsek, bedenimiz kaçınılmaz olarak yaşlansa bile duygularımız, düşünme-yorumlama, öteki insanlarla bağ kurma gücümüz, tinsel yaşantılarımızı yaşama gücümüz genç kalabilir.

                                                           ***

Yaşlıyı, yaşlanmayı anlayabilmenin yollarından biri de, insanı anlamaktır. Belli bir açıdan insanı tanımayı, deneyelim.

İnsan, olanaklar varlığı olarak bir candır. O, yapabilme, gerçekleştirebilme, ilişki kurabilme, üretebilme, anlayabilme, bilebilme gibi olanaklarla donanmıştır. Olanakları, belirlenmeleri ile sınırlıdır. Doğa, toplum, kültür, geçmiş yaşantılar onu belirleyen etkenlerden bazılarıdır. Belirlenmişliklerini de aşmaya çabalar, insan. Örneğin, kanatları yoktur ama teknolojiyle oluşturduğu olanaklarla uçmayı dener. Başlangıcında çözümü, üretimi, anlaşılması olanaksız gibi görülen birçok sorunu çözebilme olanağını elde edebilir. Olanaklarının ne kadarını görebilir insan? Örneğin, bir sorunu çözmeye çabaladığında çözüm olanaklarını görebilir mi bir çırpıda? Sorunun çözüm olanağı yok deyip bir sonuca vardığında, ne kadar haklıdır? 

Olanak görmek, olanak yaratmak mıdır? Olanaklar baştan verilir mi? Bir olanak yarattığımızı düşünüyorsak o, zaten önceden verildiği için olanak olmuştur. Öyleyse olanaklar yaratılmaz, keşfedilir diyebiliriz.

Doğduğumuzda ömür süremizin uzunluğuna bağlı olarak daha sonra, hiç olmayacak kadar olanaklarla donatılmışızdır. Olanaklarımızın en fazla olduğu an, doğum anıdır.  Zaman geçtikçe bu olanaklardan bazıları gerçekleşir, olanak sayısı gittikçe düşmeye başlar.

Küçük yaşlarda olabileceklerimizin sayısı yüksektir. Zaman ilerledikçe olanaklarımız azalır. Zamanla olanaklar ters orantılıdır. Garip bir durumdur: Olanaklarımız azaldıkça olanak görme gücümüz artabilir.

Olanak azalması, elbette, yalnızca yaşlılıkla ilgili değildir. İnsan, zaman zaman kapana kısıldığını, “önünde” olumlu hiçbir seçeneğinin kalmadığını düşünebilir. Olanak sıkışması da diyebiliriz, buna. Yaşlılıkta bu sıkışma, daha ağır yaşanabilir. Yaşlı, önünü görememegibi, bir durum içine düşebilir. Önünü görememe, bir anlamda, olanak körlüğü yaratır. “Sonumuz çukur,” söyleyişi, bu tıkanmışlığın dile getiriliş yollarından biridir. Bu söz, ölümü göze alma yollarından biri değildir. Sona teslim olmadır. Olanaklarının tıkandığını kabuldür. 

Olanak tükenmişliğini, belli bir kabul yolu vardır ki bu tükenmişliği, en az iki yoldan aşabilir. Birincisi, bu tükenmişliğe hazır olmakla gerçekleşir. Mana dünyanızı o biçimde oluşturmuşsunuzdur ki “sona” bir anlamda, hazırsınızdır. Böyle bir hazırlık bilgi, donanım ve güç isteyen bir çabayı gerektirir. Bu hazır olma durumu, “önümüzü görme” engelini, olanak tıkanmışlığını aşmamıza yardımcı olabilir. Canımızın bütün öğeleriyle bir son gibi görünen, bu tıkanıklığı aşabileceğinizi anlamaya başlar, olanakları sezebilir, oluşturabilirsiniz.

İkincisi, tıkanmışlığı, “öbür dünyaya” havale etme tutumudur. Yaşam, yalnızca bu dünyada yaşanmamaktadır. Öbür dünyada sürüp gidecek, bitimsiz bir yaşam söz konusudur. Bu tutum, tıkanmışlıktaki “moral çöküntüyü” giderebilir, öbür dünyaya inananlar için.

Yaşlı için bakacağı bir “önü”,  ona huzur verebilecek düşlerini ve umutlarını yaşatabileceği bir dünyası olduğu sürece, yaşama tutunma gücü olacaktır.

Mana verme gücümüz, yorumlama yetimiz, becerimizle yitirmekte olduğumuzu düşündüğümüz olanaklarımızı yeniden keşfedebiliriz: “Koşamıyorum ama yürüyorum. Yürüyemiyorum ama düşünebiliyorum. Tadabiliyorum.”

Elbette, mana verme gücümüz başkalarına bağlıdır. Bu gücü, engelleyen ya da destekleyenler birlikte yaşadığımız insanlardır.

İnsan, çevresiyle yaşlanır. Onun mana olarak genç kalması, yalnızca onun elinde değildir. Yaşadığı ortam, onun düşüncelerini ve duygularını çökertebilir. Bedenini hastalıklara açık hâle getirebilir. İnsan, başkasıyla yaşlanır. Başkasının, başkalarının katkısıyla diri bir yaşlılık yaşayabilir.

Olanak görmeyi, görüp gerçekleştirmeyi deneme olanağımızı hep diri tutmalıyız. Bu koşullar altında ne yapabilirim? Koşullar beni belirler, ben koşullar içinde olanaklar arar ya da koşulları değiştirme olanağını gündeme sokar, arayışımı, uygulama kararlılığımı sürdürürüm.

Yaşam, yaşlandırır bedenimi. Bedenim duygularımı, duygularım düşüncelerimi, yaşadıklarım anlam verme gücümü yaşlandırmaya çalışır. Köhnemek istemeyen bir canımla yaşayıp da, köhnememenin yolları var mıdır?

Canı yaşlanmamalı insanın. Teni ister istemez yaşlanıyor. Yaşlanırsa tenler yaşlanır, canlar yaşlanası değil!

Bu durumu, sözlerini Hüseyin Siret Özsever’in yazdığı, Şükrü Tunar’ın Hüseynî şarkısıyla açabiliriz:

            Geçti sevdalarla ömrüm ihtiyar oldum bugün

            Ak pak olmuş saçlarımla bî-karar oldum bugün

            Bir muhabbet neşesiyle ilkbahar oldum bugün

            Ben huzurunda yer öptüm tacidâr oldum bugün

Bu şarkıdaki ihtiyar, önü açık, olanaklarını görmeye yatkın, yaşlılığa sevdalarla hazırlanmış bir ihtiyardır. Yaşlılığa sevdalarla hazırlanmak ne güzel, ne yoğun, ne zor, ne trajik bir hazırlıktır! “Elden ayaktan düştüm, her yerim ağrıyor,” demiyor. “Ak pak oldu saçlarım,” diyor, yalnızca. Yaşlılığın masumiyeti midir, bu beyazlık? Elbette bî-karar olmuştur, kararsızdır. Yaşlılık, tenimizi etkileyerek karar verme gücümüzü, can gücümüzü vurabilir! Bî-karar ihtiyar, olanakları görebilip de, karar veremeyen ihtiyardır. Şarkının meyan kısmında, sözlerin üçüncü dizesinde karar verilmiştir. İhtiyar “muhabbet neşesiyle” gençleşivermiştir. Ne olmuştur, ihtiyara? Onu ne çevirmiştir, ilkbahara?

İnsanı bir başkasının sunduğu olanak, gençleştirir. Başka olanla ilişkidir, can veren. (Elbette, can alan da!) İlkbaharı yaşamaya açık ihtiyarın canı, başkasının ilkbaharıyla can bulabilir.

Can, cana, canından uzatarak canının gücüyle can verebilir. Can kucaklaşmasıdır, bu. Yalıtılmış can, tek başına bırakılmış, yapayalnız kalakalmış can, can gücünü büyük ölçüde yitirir. Cana candaşı gerekir.  Cana muhabbet gerekir. Muhabbet, canlar arasındaki yetkin bir ilişkidir. Muhabbette canlar kucaklaşır. Önünün kapalı olduğunu, gücünü yitirdiğini düşünen ihtiyar, küllenmiş can gücünü muhabbetteki karşı can üfleyip ateşleyebilir. Muhabbet neşesiyle canlar tutuşur, çiçek açar.

Karşı can, canın tamamlayıcısı, tümleyenidir. Canlar, muhabbet ilişkisine girdiğinde, içlerindeki can gücü yükselir. Birbirini ele geçirmeyen, yutmayan; can olma, canlaşma gerçekleşir. Can ilişkisi içinde, karşımızda duran cana sevgimiz, saygımız, muhabbetimiz hem onu hem bizi yüceltir. Ona saygı duyar, “yer öperiz,” bu saygıdan dolayı “tacidâr”, tacdâr” oluruz. Taç taşırız başımızda, can enerjisine, var olma sevincine kavuştuğumuz için kendimizi bir tacdâr, bir hükümdar gibi hissederiz. Tacdâr olan ihtiyara can veren, huzurunda varlığı kucakladığımız, yeri öptüğümüz (Yunus: “Bize rahmet yerden yağar”) kişi hem karşı can hem de bizizdir.

Karşı canın yaşlıya verdiği gücü, şu şarkı sözlerinde de, bulabiliriz. Sözlerini Cenap Şahabettin’den alan, Sadettin Kaynak’ın evç şarkısının anlattığı gençleşme durumu şöyle:

            Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi

            Bir kuş okşar gibi sen başımı okşarken

            Koklarım ellerini gülleri koklar gibi ben

            Avucundan alırım kış günü bir yaz güneşi

Karşı canın diriliği, yaşlı cana, can vermiştir burada da. Yirmi sekiz yaş güneşini doğurmuştur, dokunuşu sevgilinin. Diriltici güçlerin en yücesi, sevgidir. Özendir, himayedir. Kanatlar altına almadır. Saçları, kuş okşar gibi okşanan yaşlı, yaşamak için hâlâ olanaklarının olduğunu, bu olanakları gerçekleştirip dinçleşebileceğini, dirilebileceğini düşünür. Sevgilinin, dostun, karşısında duran canın ellerini, gül koklar gibi koklar, yaşlı; avucundan büyük bir gençlik enerjisi alır. Kışının bir an yaza dönüştüğünü anlar.

Yaşlıya olanaklarının tükenmediğini duyuracak; iletişimlerin, etkileşimlerin yarattığı sevgi kaynaklarına ihtiyacı var.

Yaşlılığın sonu, ölüm. Yaşamın sonu ölüm, genç ya da yaşlı. Doğmuşsanız, öleceksiniz. Ölmemişseniz, yaşlanacaksınız. Yaşlanmaya hazırlanma, bir yaşama ustalığıdır. Muhabbetle yaşama yatkınlığı gerektirir. Yaşlanırken yaşama gücünüzü, isteğinizi geliştirerek kendinizi, bir can varlığı olarak duyduğunuzda; bedeninizde bu duyuşunuzu, engelleyecek sorunlar olmadıkça yaşadığınız anları, duya duya, evrendeki yüce enerjiyi tada tada geleceğe yürürsünüz. Yaşlı, gençliğinden bu yana anları yaşamaya kendini hazırlamışsa bu anları, deneyimli bir insan olarak gerçekleştirmeyi bilir. Evrendeki insana yansıyan muhabbeti duymuştur. Bu duyuşu, Udî Hafız Şekerci Cemil’in “Şebabet gitti de elden” (Şebabet: gençlik) diye, başlayan rast şarkısının şu sözlerinde yeniden duyabiliriz.

            Ölürsem de bu feryadı işitsinler mezarımdan

            Hayatım mahvolup gitti muhabbet bitmiyor hâlâ

Muhabbet, evrenin can enerjisinde var. Biz insanlar ölmedikçe bunu, yaşayıp yaşatabiliriz. Yaşlı henüz ölmediğine göre, hayatı muhabbetle kucaklayabilecek olanağa sahip deneyimleri tadabilecek, bir insandır.

Ahmet İnam

“Uzun bir ömür için dua eden fakat yaşlılıktan korkan aptallarız.”
~ Çin Atasözü