suffering

NARA, Japonya – Yüzlerce Suriyeli kimyasal silahlarla öldürülmüş görünüyor ve diğerlerini de bu kaderden koruma girişimleri daha fazla insanı öldürme tehtidine yol açıyor. Oklahama’da bir tornadoda bir çocuk annesinin kucağında ölüyor, sonraki ay 8 yaşında bir çocuk Boston’da bir bombayla katlediliyor.  Kontrolden çıkmış trenler sakin Kanada ve İspanya’da düzinelerce yaşamı tehdit ediyor. En azından 46 kişi Bağdat’daki bir dondurmacı, otobüs durağı ve meşhur bir restoranda hedef koordineli bombalarla öldürülüyor. Acı sağnağı hiç azalır mı ve herhangi biri acı çekmede olasılı bir anlam bulabilir mi?

Her gelenekteki bilge kişiler bize acı çekmenin netlik, aydınlık getirdiğini söyler; Buda için acı çekme yaşamın ilk kuralıdır, bazı acılar da bizim inatçılıklarımızdan dolayıdır –kendimize verdiğimizden değerden dolayı- onların tedavisi içeridedir. Dolayısıyla belirli durumlarda, acı çekme belki kendimizi aşırı ciddiye almanın bir etkisidir, nedeni olduğu kadar. Bir seferinde Japonya’da 90’larında, Zen eğitimli bir ressamla karşılaşmıştım, bana acı çekmenin bir ayrıcalık olduğunu, bizi temel şeyleri düşünmeye götürdüğünü ve dar kafalı itaatkarlıklarımızı silkelediğini söylemişti ve bana o bir çocukken acı çekmek için  bedel ödemeniz  gerektiğine inanıldığını söylemişti, acının nasıl gizli bir nimet olduğunun kanıtı.

Ancak, bunların hiçbiri bir çocuğun gazla öldürülmesine (ya da AIDS’li doğmasına ya da “sınırlı bir nükleer saldırıyla” ölmesi durumuna uygulanamaz. Felsefe bir diş ağrısını tedavi edemez ve insan onun uzun vadeli yararları için devam etmeye başlarsa belki baş ağrısı sahibi de olur. Sevdiği biri depresyondan rahatsız olan kişi bilir ki onun durumunun gerisindeki sarmal çevrim ona sunduğumuz mantığı ya da rahatlatmayı işitemez anlamına gelir, tanım olarak;  işitebilseydi eğer depresyondan rahatsız olmazdı.

Doğrudur, bazen , biriyle karşılaşırım –ona kendim diyeceğim- aynı yanlışları tekrar tekrar yapan, aklı selimin ya da arkadaşların ona ne dediğine bakmayan, hatta kendini bile dinlemekten aciz olan. Sonra arabasını çarpar ya da kalp krizi geçirir ve ansızın bir musibet hoşgörülü olmayan araçlarla bir yumruk hazırlayarak onun üzerinde bir alarm saati gibi çalışmaya başlar, acı çekmesi onu zorla açar ve yolunu değiştirmeye götürür.

Bazen de, acı çekişin çekenin gözünde,  olabileceğini görürüm, kendi cahil projeksiyonumuz. Elleri, ayakları felçli biri sizden kendisine sempati göstermemesini isteyebilir; onun acısı sizinkinden daha görülebilir şekilde olsa da. Kalküta, Hindistan ya da Port-au-Prince, Haiti’deki bir adam kötü koşulların neşe ve enerjiyle ilişkisi konusunda sizin bütün basit fikirlerinizi ters yüz eder ve bize fakirlik konusundaki fikirlerimizi kendimizle getirip getirmediğimizi sorar.

Ancak  bu,  bütün bunları, birçok kez acı çekme bizi hiçbir görünür yararla bırakmaz ve bize yalnızca durumun iyi taraflarına bakmamızı ve sahip olduğumuz şeylerin farkına varmamızı ve zamanın bütün yaraları iyileştirdiğini (böyle olmadığını bildiğimiz halde) hatırlamamızı söyleyenlerin sadece bir küskünlüğü, değiştirir mi? Hiç birimiz yaşamın kolay olmasını beklemiyoruz; Job yalnızca kendi sürekli tedirginliğine bir açıklama istiyor. Yaşamak, Nietzsche’nin (ve Roberta Flack’in) dediği gibi acı çekmektir; sağ kalmak acı çekmeden anlam çıkarmakdır.

Yani hayatta kalmanın asla garanti olmamasının bir nedeni.

YA DA durumu Kobayashi Issa’nın, 18. asırda yaşamış bir haiku* ustası, dediği gibi ortaya koyalım: “Bu enerji savaşı dünyası bir enerji savaşı dünyasıdır,” diye yazıyor kısa bir şiirinde. “Ve hala ve hala…” Sürekli olumlama sözcükleriyle bilinen Issa 2 yaşındayken annesinin öldüğünü, ilk oğlunun öldüğünü, babasının tifo ateşiyle öldüğünü, sonraki oğlunun ve sevgili kızının ölümünü gördü.

Acı çekmenin yaşamın bir gerçeği olduğunu biliyordu, kısa dörtlüğünde söylüyor olabilir; o geçiciliğin bizim evimiz ve kaybın dünyanın yasası olduğunu biliyordu.  1 yaşındaki kızı çiçek hastası olduğunda ve öldüğünde, farklı olmasını nasıl dileyebilirdi ki?

İstenmeyen acı şiirinden sonra Issa diğer oğlunun öldüğünü gördü ve kendi bedeni felç oldu. Karısı başka bir çocuk doğururken öldü ve o çocuk da öldü, belki dikkatsiz bir hemşire yüzünden. Tekrar evlendi ve haftalar içinde ayrıldı. Üçüncü kez evlendi ve evi yangınla yok oldu. Son olarak üçüncü eşi ona sağlıklı bir kız verdi –ancak bu kez Issa’nın kendisi öldü, 64 yaşında, küçük kızın doğumunu görmeden.

Arkadaşım Richard, lisede en yakın arkadaşlarımdan biriydi, üç yıl önce bir prostat kanseri tanısı almasından sonra “Bu enerji savaşı dünyası” adında bir blog yaptı. Ona Issa konusunda biraz bilgi yolladım –şiirleri, ölene kadar, yaşamın güzellikleri dışında hemen hemen hiçbir şeyi anlatmaz ancak Richard hemen öldü, acılar içinde, son gördüğümde zorla yürüyorken.

Japonya’daki komşularım, biraz da görünmeyen düzeyde, Issa’nın bildiği Budist kurallar temelindeki bir kültürde yaşar:  acı çekme bir gerçektir, mutsuzluğun ona olan tepkimize gereksinimi olmasa da. Bu bizde, şikayet etmeden yapılan ağır  iş, acılara göğüs germe ve zorluğun bizi birbirimize bağladığı devamlı bir duyguya –İngiltere’nin hava bonbardımanı sırasında ve diğer kültürlerin stres anlarında bildiği gibi-  neden olur, kültür temelli bağımsızlık fikrinde iki misli keskin olsa da birinin acı çekmesi herkesin acı çekmesidir.

“Elimden gelenin en iyisini yaparım!” ve “Sonuna kadar dayanırım!” ve “Bana yardım edilemez!” sözlerini Japonya’da her saat duyarsınız; iki yıl önce tsunami binlerce yaşamı tehdit ettiğinde,  California’da,  Kyoto yakınındaki bildiğim insanların durumuyla  karşılaştırdığımda çok daha fazla feryat ve panik duydum. Komşularım resmen filozof değildi ancak çok daha fazla  yaşadıkları hayatın dokusu içindeydi – sonbaharda uzaklaşan şeylere ulusal tapınma, kiraz çiçeklerinin alevini izleyen hızla yok oluşları,  Issa benzeri şiir ekolünden  – onlar giden şeylere güle güle deme ve çerçevenin içine zevk ve güzellik  koyma  bakımından eski bir kültürün eğitimini temsil eder. Ölüm bizi  bazen hiçbir zaman gelmeyen umuttan daha az bozar.

Bir çocukken “acı çekme (suffering)” nin Latince ve belki de Yunanca olduğunu öğrendim, bizim “tutku (passion)” sözcüğümüze köken olan . Etimolojik olarak acı çekmenin tersi bu nedenle “duygusuzluk (apathy)” dur; örneğin İsa tutkusu,  acı çekmenin birkaç yüksek ruhun diğerlerinin acılarını azaltmayı deneyen bir şey olduğunun bir hatırlatıcısı, hatta bir kanıtıdır. Diğerlerine bağlılık tutkusu “merhameti” temsil eder.

Japon tsunamisinden hemen hemen sekiz ay sonra Dalai Lama’ya doğal afetin  harabeye çevirdiği bir balıkçı köyü olan Ishinomaki’ye giderken eşlik ettim. Mezar taşları tamamen çökmemişlerse de büyük açılarda çarpılmıştı. Bir zamanların, bir yıl öncesinin, okul ve evlerinin gelişen ağı şimdi yalnızca bir moloz yığınıydı. Anaokulundan yeni mezun üç yetim  felaketten mucize eseri kurtulan bir tapınağın dışında mavi üniformaları içinde duruyordu.  Tahta binanın içinde kurban taşının yanında onları tesbit edecek kurtulmuş akrabaları olmayanların kalıntılarını içeren düzinelerce renkli kutular vardı, hepsi genç ve yaşlı çerçeveli fotoğrafların ardında mükemmel bir şekilde sıra olmuş şekilde.

Dalai Lama arabasından çıktığında caddede iplerin ardında onu selamlamak için toplanmış yüzlerce vatandaş gördü. İlerledi ve onlara nasıl olduklarını sordu. Çoğu hıçkıra hıçkıra ağlayarak çöktü. Onlara “Lütfen kalplerinizi değiştirin, cesur olun,” dedi, bazılarını tutup bazılarını kutsarken. “Lütfen diğer herkese yardım edin ve çok çalışın; bu ölenlere sunabileceğiniz en iyi şeydir.” Ancak arkasını döndüğünde kendi gözyaşını sildiğini gördüm.

Sonra tapınağa girdi ve orada oturan kalabalığa konuştu. Onlara sempatisi ve varlığından başka bir şey vermeyi umamadığını söyledi; felaketi duyar duymaz yalnızca Ishinomaki insanlarına yalnız olmadıklarını hatırlatmak için bile olsa gitmesi gerektiğini biliyordu. Onların hissettiklerinin birazını anlayabiliyordu ve devam etti, çünkü evi Lhasa’dayken ve henüz 23 yaşında genç bir erkekken, bir akşam ona ülkesini  terk etmesini söylemişler, evinin etrafında Çinli ve Tibetli askeri birliklerin daha çok savaşmasını önlemeye çalışabilmek için.

Arkadaşlarını, evini ve küçük bir köpeğini bile bırakmış ve 52 yıl hiç geri dönmemiş. Ayrıldığından iki gün sonra arkadaşlarının öldüğünü duymuş. Kaybı fırsat olarak görmeye ve sürgünde birçok yenilik yapmaya çalışmış,  eski Tibet’de olduğu için bu çok daha zormuş; kendisi gibi Budistler için diye vurguluyor, açıklanamayan acılar karmanının sonucudur, önceki yaşamların neden olduğu ve tanrıya inanlar için de her şey ilahi taktirdir. Ve onun gözyaşı bana bizim hala Issa’nın “Ve yine de” dünyasında yaşadığımızı hatırlatıyor.

Kalabalık Japon dinleyici sessizce onu  dinledi ve sonra  hemen ertesi gün yapabildiğince çok  şeyi tekrar yerine koymaya başladı. Düşünmeye başladım da (Buddist olmasam da) acı çekmeden daha iyi birşeyler alınabilirdi düşüncesini varsaymaktan daha kötü olan tek şey,  onların ardından hiçbir şey yapamayacağınızı düşünmektir. Ve tanık olduğum gözyaşı bana acı çekmeye tanıklık edecek kadar güçlü ama ona hakimmiş gibi yapmayacak  kadar  insan olunabilineceğini düşündürdü . Bazen bizim en derin güvenimizi hakeden hiç anlamadığımız bu şeylerdir.  Aşkın ve mucizenin da bize söyledikleri bu değil midir?

*Haiku (Türkçesi eğlenceli mısra) bugün tüm dünyada meşhur olan geleneksel bir Japon şiir türüdür. Dünyanın en kısa şiir türü sayılır (Wikipedia)

http://www.nytimes.com/2013/09/08/opinion/sunday/the-value-of-suffering.html?pagewanted=1&_r=0

 

“Yaşamın en değerli armağanlarından bazıları yalnızca yaşla elde edilir.”
~ Gene Cohen