David Brooks

David Brooks

Son birkaç hafta kendimi konuşulmayan varsayımının, yaşamın temel amacının mutluluğu maksimize etmek olduğu bir demet konuşmanın içinde buldum. Bu normal. İnsanlar gelecek için plan yaptıklarında genellikle elde etmeyi umdukları bütün iyi zamanlar ve iyi deneyimler konusunda konuşuyorlar. Mutluluk  konuşmaları içinde yüzen bir toplumda yaşıyoruz. Geçen yılın üçte birinde Amazon’dan bu konuda 1000 kitap piyasaya çıkarılmıştır.

Ama dikkat. İnsanlar geçmişi hatırladıklarında yalnızca mutluluktan söz etmez. Genellikle çekilen çilelerdir en önemli olan. İnsanlar mutluluğu amaçlar ancak acı çekerek biçimlendiklerini hisseder.

Şimdi, kuşkusuz, acı çekmede aslında insanı soylu yapan bir şey yoktur denilebilir. Tıpkı başarısızlığın bazen yalnızca başarısızlık olduğu gibi (ve bundan sonraki Steve Jobs olmak da sizin yolunuz değil) acı çekme bazen yalnızca yıkıcıdır, olabildiğince çabuk sahneden çıkmak için.

Ancak bazen insanlar açık bir şekilde o nedenle yücelir. Çocuk felcine yakalandıktan sonra daha derin ve daha empatik olarak gelişen Franklin Roosevelt’in gittiği yolu düşünün. Genellikle fiziksel ya da sosyal acı çekiş insanlara dışarıdaki birinin algısını kazandırır, dışarıda olan diğerlerinin çektiklerine uyum sağlamış farkındalık.

Ancak acı çekmenin yaptığı büyük şey mutluluğun zihinsel cesaret verdiği mantığından sizi kesinlikle çıkarmasıdır. Mutluluk yararlarınızı en çoğa çıkarmanız için düşünmenizi ister. Zorluk ve acı çekme ise  sizi farklı bir rotaya sokar.

Öncelikle acı çekmek sizi kendi daha derininize götürür. Teolog Paul Tillich acı çeken insanların yaşamın rutininin altına alındığını ve kendilerini olduklarına inandıkları kişi olarak bulmadıklarını yazar. Diyelim ki, büyük bir müzik eserini bestelerkenki acı ya da sevilen birinin kaybından dolayı acı insanların kişiliklerinin tabanı diye düşündüklerini bir uçtan bir uca parçalar, daha alttaki bir alanı ortaya çıkararak,  sonra o tabanı da baştan aşağı parçalar, başka bir alanı ortaya çıkararak.

Sonra, acı çekiş insanlara daha doğru bir kendi sınırları duyusu verir, neyi kontrol edebilecekleri, neyi edemeyecekleri. İnsanlar daha derin zonlara doğru itildiklerinde, orada olanı belirleyemeyecekleri gerçeğiyle yüzleşmeye zorlanırlar. Deneyebilirler, ama kendilerine acıyı durduramayacaklarını söyleyemezler ya da giden ya da ölen birini kaybetmeyi. Yatışma geri gelmeye başlasa da ya da acının hafiflediği anlarda rahatlığın nereden geldiği net değildir. İyileşme süreci de bireysel kontrolün dışında sanki doğal ya da ilahi bir sürecin parçasıymış gibi hissettirir.

Bu durumdaki insanlar genellikle daha büyük bir kadere itildikleri duygusuna sahiptirler. Abraham Lincoln sivil bir savaş yürüttü ve İkinci başkanlık konuşması sonucunu getirdi. Yalnız onu değil tüm ulusu da sürükleyen acı ve kefaret duygusu onu ortaya çıkardı ki aşkın işler için Lincoln yalnızca bir enstrümandı.

Bir güçlüğün ortasındaki insanlar o noktada bir çağrı hissetmeye başlar. Ne duruma hakimdirler ne de ümitsiz. Acılarının rotasını belirleyemezler ama ona karşılık verme konusunda katılımcıdırlar. Sıklıkla ona iyi karşılık vermek için büyük bir moral sorumluluk hissederler. Çile duygusuna bu uygun karşılığı arayan insanlar mutluluk ve bireysel yarar düzeyinden daha derin bir düzeydedirler. “Çocuğumun kaybı nedeniyle çok fazla acı hissediyorum. Bunu pek çok partiye gidip, bağırıp çağırarak dengelemeye çalışmalıyım,” demezler.

Bu tür acıya verilecek doğru tepki zevk değildir. Kutsiyettir. Bunu tam olarak dini anlamda da söylemiyorum.  Yaşamı tinsel bir drama olarak görme anlamında zor deneyimleri manevi bir bağlamda ele alarak ve kötü bir şeyi kutsal bir şeye çevirerek telafi etmek. Çocuk kaybeden ebeveynler vakıflar kurmaya başlıyorlar. Lincoln kendini birlik kurmaya verdi. Konsantrasyon kampında psikiyatrist Victor Frankle’la birlikte olan mahkumlar kendilerini sevdiklerinin umut ve beklentilerine göre yaşamaya adadılar, sevdiklerinin kendileri ölmüş olsalar bile.

Acıdan iyileşme hastalıktan iyileşmeye benzemez. Çoğu kişi ondan iyileşmiş olarak çıkmaz; değişmiş olarak çıkar. Bireysel yararcılık mantığını kırar ve mantığa aykırıymış gibi davranır. Hemen hemen her zaman acı çekmeyi de getiren sevgi ilişkilerinden çekineceklerine kendilerini bunların daha derinlerine atarlar. En kırıcı ve kötü sonuçları deneyimlerken bile bazıları incinebilirliliğe iki kat dalarlar. Kendilerini daha derinden ve minnettarlıkla sanata, sevdiklerine ve adadıkları şeylere verirler.

Yaptıkları işteki acı çekiş korku dolu bir hediye olur ve diğer hediyeden, geleneksel olarak mutluluk diyelim, çok farklı olur.

http://www.nytimes.com/2014/04/08/opinion/brooks-what-suffering-does.html?_r=0

“Geçmiş bir önsözdür.”
~ Washington D.C.de Ulusal Arşiv önündeki bir levhadan