Neden bilmem, bazen öleceğim içime doğar… İster ağrılarla somutlaşmayan, bu yüzden ruhsal boyutta başlı başına bir sonuca dönüşen bir hastalık deyin buna, ister uyumakla kanmayacak kadar derin bir uyku isteyen bir yorgunluk – kesin olan şu ki, parmaklarında duyumsadığı yorganı cılız ellerinin bırakmasına isyan etmeden, pişmanlık duymadan razı olan, sonu yaklaşmış bir hasta gibi hissederim kendimi.

Böyle anlarda, ölüm adını verdiğimiz şeyin ne olduğunu sorarım kendime. Ölümün eremeyeceğim sırrından değil, yaşamın sona ermesinin getirdiği fiziksel duygudan söz ediyorum. İnsanoğlu ölümden korkar, ama kof bir korku bu; normal bir insan bu korkuya başarıyla göğüs gerer ve yaşlısıyla, hastasıyla normal insanların hiçliğin uçurumunu izlerken dehşete kapıldığı nadir görülür, ki zaten hiçliğin ne olduğunu uçuruma bakarken anlar. Bütün bunlar hayal gücü eksikliğinden kaynaklanıyor. Ölümün uyku hali olduğunu sanmak da düşünen bir varlığa hiç yakışmıyor. Uykuya hiç benzemediğine göre neden öyle olsun? Uykuyu uyku yapan, sonunda insanın uyanmasıdır. Oysa, bilindiği üzere, şimdiye kadar ölümden uyanana rastlanmadı. Ölüm uykuya benziyorsa, ölümden uyanacağımızı varsaymamız gerekirdi. Her şey bir yana, normal insanın düşündüğü bu değildir: O, ölümü, uyanılmayan bir uyku olarak tahayyül eder, bununsa hiçbir anlamı yok. Söylediğim gibi, ölüm uykuya benzemez, çünkü insan uykuda canlıdır ve uyur haldedir; insanın nasıl olup da uykuyu şuna ya da buna benzetebildiğini çok merak ediyorum, çünkü ne ölüm tecrübe edilebilir, ne de ona benzeyen herhangi bir şey.

Bana gelince, bir ölü gördüğümde, ölümü bir gidiş anına benzetirim. Ceset ise, üzerimizden çıkardığımız giysileri hatırlatır. İçimizden biri çekip gitmiş, hem de o benzersiz, biricik giysisini yanına almadan.

Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

“Damarlar sertleşince kalpler yumuşar.”
~ H. L. Mencken