Çevremizdeki  anlayışa göre, yaşlılık en problemli anlamıyla 50 ya da 60 yaşında başlar. Niçin böyledir? Çünkü, orta yaşın, çöküşümüzün başlangıcı olduğu yolundaki modası geçmiş kuralı benimsiyoruz. Bu safsata yirminci yüzyılın başlangıcındaki 47 yıllık çağ dışı bir ortalama ömür uzunluğuna dayalıdır. Hepimizin bildiği gibi ortalama ömür uzunluğu o zamandan bu yana çok uzadı ama kültürel tutumumuz değişmedi.

Kontrol edebileceğimiz şey yaşlanmaya karşı tutumumuzdur. Yaşlanma sürecinin dejeneratif yönleri tutum, gelişen olanaklar, süren entellektüel teşvik ve sağlıklı alışkanlıklar gibi unsurların bileşimiyle hiç kuşkusuz önemli ölçüde geriledi.

Düşüncelerimiz yaşamımızı doğrudan etkiler. Yale’den bir profesör olumlu düşünen insanların olumsuz düşünenlerden sekiz yıl daha fazla yaşadığını buldu. Aslında olumlu düşünmek düşük kan basıncından, düşük kolestrolden, düzenli egzersizden, ya da sigara içmemekten daha önemli bir ömür uzatıcıdır. Journal of Gerontoloji dergisindeki bir makale alınganlığın yaşlanmayı kolaylaştırdığını, bağımsız olma kararlılığının fiziksel zayıflığı yenmekte yardımcı olduğunu  söylüyor. Başka bir çalışma da olumlu tutumun örneğin, kalp hastalıklarını önlemede ölçülebilir bir etki yaptığını buldu.

Yaşamak ve yaşlanmak tek ve aynı şeydir. Yaşama  sarılan pek çok insanın yaşlanma hakkında hala bir dolu olumsuz izlenim ve yanlış düşünceye tutunmasına şaşırıyorum. Arkasından yaşlanmanın geldiği belirli bir yılda durmaz yaşam. Bunu ne kadar çabuk kavrarsak o kadar çabuk uzun ömrü keşfe çıkarız. Bu çağın kadın öncüleri yaşlılıkla ilgili yaygın, incitici yanlış düşüncelerle –cinsellik azalır, menapoz bir felakettir, zeka durgunlaşır- yüzleşiyor.

Pamela D. Blair , ” The Next Fifty Years. A guide for women at midlife and beyond”dan

“Yaşlanmaktan şikayet etmeyin, pek çok kişi tarafından inkar edilen bir ayrıcalıktır o.”
~ Anonim