MortalityÖlümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri (2)*

1. Bölüm Burada

Ölümsüzlük Çabası

Kabul edildiği biçimiyle ölüm kişisellikten yoksun bırakılmış bir hiçliğe düşmek demektir. Bu hiçlik bütünüyle özeldir.

Bütün keşfedilmiş toplumlar üyelerini günlük olmasa bile, belirli aralıklarla, anılarını canlı tuttukları ölülerden çok yaşayanlar için amaçlanmış toplu anma törenlerine katılmaya zorlar. Anının törene taşınması, başlıca amacı ve başarısı olarak ölünün düşsel maddi rahatından öte yaşayanın ruhsal açıdan rahatlamasına yönelik olabilir.

Anma törenleri bir bakıma ölümün son olmadığının birer provasıdır.

Anma törenlerinin yapılması, bunlara katılanlar ve çevrelerindeki herkesin katıldığını görenler üzerinde güven verici bir etki yaratır: Onların kendilerinden önce ölenler için yaptıkları her şey, öldükten sonra kendileri için de yapılacaktır. Sıra onlara gelince bugünkü anma o zaman anımsanacaktır.

Ölümsüzlük çabası, “salt şimdide”, maddi dünyaya sıkı sıkıya kök salmış her şeye karşı savaş açmak demektir. Ama bu hiç de kolay bir iş değildir. Ne kadar kökten olursa olsun, dünyevi olandan uzaklaşma mutlak kılınamaz. En yüce tinsellik bile, yalnızca aşkınlık mücadelesi boyunca başarıyla dünya üzerinde gerçek izler bırakma yoluyla da olsa, bu dünyadan olanla bağ kurmaktan bütünüyle kurtulamaz.

Okumanın yerini seyretmenin, kitapların yerini ekranların alması gibi, ölümsüzlüğün yerini de kötü ün almıştır. Kitlesel iletişimin görsel-işitsel araçları en büyük etkiyi yaratıp bunun anında gelip geçmesini sağlayacak biçimde hesaplanmaktadır.

“Görünürde olmak” birey olmanın yoludur; belki de biri olmanın tek yolu.

Büyük tarihi tablolarda önderler ve komutanlar her zaman önde oturur ya da ayakta durur ve tam odakta resmedilirler. Yüzleri vardır, son derece kendine özgü ve dikkat çeken yüzler, her biri eşsiz ve taklit edilemez ağır çizgiler, burun, gözler, kendine özgü bir gülüş, çatık kaşlar vb… Buna karşıt olarak diğerlerinin (takipçiler, hayranlar, seyirciler, askerler) yüzleri yoktur: Tanımlanabilen özelliklerden yoksun, art alandaki belli belirsiz şekiller ayırt edilemez ve kabaca birbirinin yerine konabilir.

Bunlar bireyler topluluğu değil, kitle’dir. Ancak kitle olmalarının da bir işlevi vardır: Öndekilerin bireyselliğinin parlamasına olanak tanırlar. Pek çoğunun belli belirsiz yüzlerinin olması az sayıdakilerin yüzüne anlam katar.

Bencil Tür

Yaşamın insanlara içi boş bir kap olarak sunulduğu, içinin onu taşıyanlar tarafından doldurulmayı beklediği, böylece yaşama bir “anlam kazandırılabileceği” söylenebilir.

Schopenhauer, doğanın insanlara umutsuzluk karşısında bir çare sunduğunu kabul eder; İçsel mutluluk dürtüleri. Ama hemen ardından, bu çarenin harekete geçirildiği anda bir yanılgıya dönüştüğünü de ekler. Hareket çoğu zaman felaketle sonuçlanır: “Yalnızca bir tek doğuştan hata vardır, o da bizlerin mutlu olmak için var olduğumuz görüşüdür.” Doğuştan’dır, çünkü doğa bizi hiç durmadan mutluluk içinde çabalayacağımız bir biçimde yaratmıştır; ama bu bir hata’dır, çünkü mutluluk düşleri her bir somut durumda, içinde bulunulan acıdan kurtulma arzusundan başka bir şey değildir.

Dolayısıyla mutluluk, her zaman ya gelecektedir ya da geçmiştedir, şimdiki zaman ise güneşli bir ovanın üzerinde rüzgârın sürüklediği küçük kara bir buluta benzetilebilir; bulutun önü ve arkasında her şey parıl parıldır, yalnızca bulutun kendisi her an gölge yapar.

Sonuç olarak şimdiki zaman her zaman uygunsuzdur, ama gelecek belirsizdir ve geçmiş geri getirilemez.

Çim, her zaman çitin öte yanında daha yeşildir; hoşnutluk her zaman bizim olmadığımız yerdedir. Mutluluk arayışı içkin olarak düş kırıklığı yaratır; bastırılıp denetim altında tutulmaması durumunda kaynayıp taşma ve saldırganlığa dönüşme tehlikesi yaratan keder üretmek zorundadır.

Bütün dinsel ve felsefi sistemler, der Schopenhauer, “temelde aklı yansıtarak kendi kaynaklarından ürettiği ölümün kesinliğine karşı bir panzehirdir.”

Hayatta kalmak ya da ölümü kandırmak için ne yaparsanız yapın, ne kadar çabalarsanız çabalayın, hepsi her zaman boşunadır. Ölümle karşı karşıya kaldıklarında bütün insanlar eşittir.

Ölüm, o ürkütücü baş dansçı (Maitre de dance), papayı, kralı, lordu keşişi, çocuğu, soytarıyı, her meslekten ve her konumdan insanı dansa katılmaya davet eder ve bu daveti hiç kimsenin reddedecek gücü yoktur.

Ölüm endişesi insana özgü evrensel bir özelliktir, aslında özellikle insan varoluşunun tanımlayıcı özelliğidir. Ama ölüm endişesi neyle ilgili bir endişedir? Ölümümüzün bizi neden yoksun bırakacağından korkarız?

Bu soruya yanıt ararken, Joseph Harontunian’ın[1] öne sürdüğünden daha kötü bir şeyi göz önüne alabiliriz:

“İnsan yaşamı bir işlem, bir alışveriş olduğuna göre, insanın ölümü işlemin sonu ya da alışverişte bir başarısızlıktır. Ölüm tarafından ortadan kaldırılan varlık bir birlikte var olma, birlikteliktir. Dolayısıyla ölüm fiziksel yaşamın sona ermesi ya da organizmanın çözülüp yok olması değil, insanların birbirinden ayrılmasıdır, insanın ölümü budur. Ölüm endişesi böyle bir varlığın kaybına ilişkin bir endişe değil, bu kişilerin dostluğunun yok olmasına ilişkin bir endişedir… İnsana özgü olan ölüm endişesi, sevginin bir işlevidir. Ölümden ya da yok olmaktan endişe duyarız; çünkü genel olarak kendimizi sevdiğimiz gibi komşularımızı da severiz.”

3.  Bölüm Burada

* Zygmunt Bauman; Ölüm, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri (Mortality, Immortality and Other Life Strategies), Ayrıntı Yayınları. Özetleyen: Halit Yıldırım



[1] Joseph Harontunian-Life and Death Among Fellowmen

“İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar. Halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.”
~ İskoçya Atasözü