MortalityÖlümün ne olduğunu hepimiz biliriz. Daha doğrusu bizden ne bildiğimizi kısaca açıklamamız -ölümü “anladığımız gibi tanımlamamız- isteyinceye dek. Bu istendiği anda sorun başlar. Ölümü tanımlamanın olanaksız olduğu eninde sonunda ortaya çıkar; ama onu tanımlama, ona hâkim olma, uygun bir yer saptayıp orada kalmasını sağlama girişimleri hiçbir zaman sona ermez.

Ölüm algılanamaz;  zihinde canlandırılması ya da “temsil edilmesi” daha da zordur.

Ölüm geldiğinde ben burada olmayacağım, onu deneyimlemeyeceğim ve kesinlikle şimdi, gelmeden önce de deneyimlemiyorum; öyleyse neden endişeleneyim, şimdi endişelenmeme ne gerek var? Bu -kusursuz ölçüde mantıklı- akıl yürütme Epiküros’a atfedilir ve eski zamanlardan bu yana mantığından hiçbir şey kaybetmemiştir. Kesinlikle doğru olsa da, bu bize aldatıcı gelir: gerçek, endişemize aldırmadan geçip gidiyormuş, ölümümüzle ilgili bütün düşündüklerimizle ve ondan son derece korkmamıza neden olanlarla hiçbir ilgisi yokmuş, bunlardan tuhaf bir biçimde uzakmış gibi görünür.

Bilginin, deyim yerindeyse, görme ya da işitmeden çok koklamaya özgü bir niteliği vardır; kokular da, bilgi gibi, yok edilemez; yalnızca daha güçlü kokularla bastırılarak “duyulmaması sağlanır”.

“Yalnızca insana özgü” başka bir nitelik olan kültürün, başlangıcından bu yana böyle bir bastırma aracı olduğu söylenebilir. Schopenhauer’in sözleriyle, “yaşamın, ölümden alınmış kısa vadeli bir borç” olduğu bilindiği için yaşamı yaşanmaya değer kılmak gerekmeseydi, o zaman ortada kültürün pek de olmayacağıdır.

Ölüm, geldiğinde, işimizi bitirmeden, görevimizi tamamlayamadan acımasızca bizi yarıda kesecektir. Şimdiden, henüz sağken ve ölüm uzak ve soyut bir olasılık olarak kalıyorken, ölüm hakkında bu denli endişe duymamızın nedeni budur.

Ölümlülük acısı insanları Tanrı’ya benzetir. Yaşamı sürdürmekle bu denli meşgul olmamamızın nedeni ölmek zorunda olduğumuzu bilmemizdir. Geçmişi korumamızın ve geleceği yaratmamızın nedeni ölümlülüğün farkında olmamızdır.

Ölümlülük en başından itibaren bizimdir; ama ölümsüzlük bizim kendimizin oluşturması gereken bir şeydir. Ölümsüzlük yalnızca ölümün yokluğu değildir; ölüme karşı koymak ve onu yadsımaktır.

Ölümle Yaşamak

Diğer hayvanların tersine, yalnızca bilmeyiz; aynı zamanda bildiğimizi biliriz. Farkında olduğumuzun farkındayız, bilincimizin “olduğunun”, bilinçli olduğumuzun bilincindeyiz.

Ölüm, aklın en büyük yenilgisidir, akıl ölümü “düşünemediği” için, ölüm düşüncesi terim bağlamında bir çelişkidir ve çelişki olarak kalmaya zorunludur. Merleau-Ponty, “Ne doğumum, ne de ölümüm bana benim deneyimlerim gibi görünebilir,” demiştir.

Freud da benzer görüştedir: “Kendi ölümümüzü hayal etmek gerçekten de olanaksızdır; bunu her hayal etmeye kalkıştığımızda, aslında o anda bile bir seyirci konumunda olduğumuzu algılayabiliriz.”

İnsan yıldızların ve galaksilerin, hatta maddenin olmadığı bir varoluş düşünebilmesine karşın, düşüncenin olmadığı bir varoluş düşünemez. Dolayısıyla ölüm nihai saçmalık aynı zamanda nihai hakikattir!

La Rochefaucauld’nun dediği gibi, “insan güneşe de, ölüme de doğrudan bakamaz.”

Ölüm, başka bir bağlamda da, aklın gücüne pervasızca karşı koyar: Aklın gücü iyi, seçim yapmak için bir kılavuzdur, oysa ölümde seçim yapma söz konusu değildir.

Ölüm, akla duyulan güveni ve aklın söz verdiği güvenirliği çökertir. Aklın yalanını yüksek sesle açığa vurur. Aklın sunduğu güvenirliği içten içe zayıflatan ve sonunda yok eden bir korku salar. Akıl, kendisini bu utançtan kurtaramaz. Yalnızca utancını gizlemeye çalışır. Gizler de.

Freud’un belirttiğine göre, “kimse kendisinin öleceğine inanmaz” ve bilincimiz “sanki bizler ölümsüzmüşüz gibi davranır.

Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Her ne koşulda olursa olsun, bu olağanüstü bir başarıdır, iradenin aklın karşısında zaferidir. Pek çoğumuzun her gün başardığı bu zorlu iş için hiçbir çaba gösterilmediğini gördükçe, insan bunun yalnızca bireysel kaynaklarla elde edebildiğinden kuşku duyar. İşin içine büyük güçlerin karışmış olması gerekir.

Evrensel olarak ve sürekli uygulanan çıkış yolu, ölüyü dışlama yoluyla yaşam ve ölümü birbirinden uzay bağlamında ayırmak olmuştur. Baudrillard’a göre mezarlıklar ilk gettolardır; gettoların ilk örnekleridir, daha sonra ortaya çıkacak bütün için bir modeldir. Birbirinden farklı biçimde düzenlense de, bütün ölüm törenleri birer dışlama hareketidir.

İnsanlar ölümlü olduklarının farkında olmasalardı, büyük olasılıkla kültür de olmazdı; kültür, insanların farkında oldukları şeyi unutturmaya yönelik incelikli, karşı-anımsatıcı teknik bir aygıttır. Yiyip bitirici unutma gereksinimi olmasaydı, kültür gereksiz olurdu; aşılması gereken hiç bir şey olmasaydı, aşma da olmazdı.

Elias Canetti’nin yazdığı gibi, kaçınılmaz olarak, insan hayatta kalan kişidir: “Başarının en temel ve bariz biçimi, hayatta kalmaktır.” Yalnızca hayatta değiliz, her an için hala hayattayız. Başarı her zaman “bir sonraki uyarıya kadar” başarıdır, hiçbir zaman son değildir. Pek çok kez yinelenmesi zorunludur.

Hayatta kalmak kendini değil, başkalarını hedef alır. Kendi ölümümüze tanık olmasak da, başkalarının ölümüne tanık oluruz ve bu insanların ölümü bizim başarımıza anlam katar: Biz ölmemişiz, biz hala yaşıyoruz demektir. Dolayısıyla, “çoğu kültürde böylesine büyük yeri olan, uzun yaşama duyulan arzu, gerçekte çoğu insanın kendi akranları öldüğünde bile yaşıyor olmayı istemesi anlamına gelir.

2. Bölüm Burada

* Zygmunt Bauman; Ölüm, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri (Mortality, Immortality and Other Life Strategies), Ayrıntı Yayınları. Özetleyen: Halit Yıldırım

“İnsanlardaki gerçek güzelliği ancak onlar yaşlanınca algılayabilirsiniz.”
~ Anouk Aimee