tehlikeliBenim hastalığım yaşlılıkla ilgili. Yaşlılık hastalıkların ve kayıpların ardarda ortaya çıktığı bir dönem. Yaşlanmanın bende ne zaman ve nasıl başladığını tam hatırlamıyorum.  Yaşlı insanları yakınlarımdan, tanıdıklarımdan biliyordum ama benim de zamanla onlar gibi olacağım hiç aklıma gelmezdi. Zamanla benim de ellerimin derisi inceldi, buruştu, dokunsan kırılacak gibi şeffaflaştı, altındaki damarlar, gözüküyor. Ellerimde, yüzümde lekeler ortaya çıktı. Dudaklarım inceldi, çizgi haline geldi, kenarları aşağı doğru sarktı ki bu bana mutsuz bir görünüm veriyor. Gözlerim daha çukura kaçtı, üst göz kapaklarım düştü. Alt göz kapaklarım gözüme tam yapışmıyor. Sabahları bu nedenle gözyaşım yanaklarımdan aşağıya süzülüyor. “Ağlıyor musun?” diyorlar. “Hayır! Yaşlılıktan” diyorum.  Başımın keli iyice büyüdü, kalan saçlarım kırlaştı. Gözümün parıltısı gitti, boz bulanık oldu. Kamburum zaten vardı giderek arttı. Yürümem sarsak, merdivenlerden inerken düşmemek için dikkat etmem gerekiyor. Yıllar önce evin duvarına oğlumun ve kendimin boylarını kara kalemle işaretlemişiz. Geçenlerde tekrar ölçtük 4 santim kısalmışım. Şaşırdım, bu hiç aklıma gelmezdi.

Günün birinde merdivenleri eskisi gibi çıkamadığımı fark ettim. Bir başka zaman yeni şeyleri öğrenmede ve dikkatimi toparlamada zorlanmaya başladım, belleğim hepten zayıfladı. Bildiğim kişilerin adı aklıma gelmiyor daha sonra hatırlıyordum. Günün birinde gözümün önünde karartılar belirdi, önceleri gözümün önünde bir şey var sanıp elimle uzaklaştırmaya çalışıyordum, zamanla aldırmaz oldum. Birkaç yıl sonra karşıdan gelen ışıklar gözümü kamaştırmaya başladı, görmem bulanıklaştı, netliğini yitirdi. Katarakt dediler. Ameliyat için daha da artmasını beklemem gerekiyormuş. Zamanla bütün bunlara alıştım, mevcut görmemle idare ediyorum. Son 10 yıl içinde toplam 5-6 kere kulaklarımda gümbürtülü uğultular, çınlamalar oldu, ani işitme kaybı yaşadım. Her olaydan sonra biraz düzeldi ama şimdi her iki kulağım da az duyuyor ve sürekli çınlıyor. Konuşmaları anlamak için dikkat etmem, dudak hareketlerini izlemem ve konuşana yakın durmam gerekiyor. Çalıştığından hiç haberim olmayan kalbim giderek arada bir teklemeye başladı. Önceleri korktum, ama baktım teklemelere rağmen yine de çalışıyor, artık aldırmıyorum. Merdivenleri çıkarken tıkanıyorum. Metrobüs duraklarının merdivenlerinde öteki insanlara ayak uydurmakta zorlanıyorum, beni geçip gidiyorlar. Zorunlu kalınca kısa bir süreliğine hızlı yürüyebiliyorum ama koşamadığımı fark ettim. Bedenim sanki koşmayı unutmuş ya da sadece gücü yetmiyor. En çok rahatsız edeni de sık tuvalete gitmek zorunda kalmam oldu. Geceleri idrara bir iki kere kalkarken, şimdi dört beş kere kalkıyorum. Şehir içinde uzun süren otobüs yolculuklarında, otobüse binmeden önce idrarımı tutup tutamayacağım endişesine kapılıyorum.  Uçaklarda koridor tarafına ve tuvalete yakın oturuyorum. Seks gücüm zamanla kayboldu, bunu biraz da sevinerek kabul ettim.

Mesleğim koşuşturma, yenilikleri izleme ve yeni koşullara uyum gerektiriyor. Mesleğimde giderek geri kaldığımı fark ettim.  Bir çalışmayı düzenleyip sonlandıracak yoğunlaşmayı gösteremiyordum. Yönetici konumundayken, özellikle son yıllarda, genç arkadaşlarımın benden daha bilgili olduğunu ve kritik durumlarda daha güncel, geçerli ve doğru kararlar verdiklerini gözledim. Eksikliklerimi tamamlamaya çalışsam da genç arkadaşların arkasından yetişmem mümkün olmuyordu. Bilimsel yazı yazmada zorlanıyordum. Bilimsel çalışmalar ilgi alanım olmaktan çıkmıştı. Önümde daha önemli sorunlar vardı. Kalan sayılı yıllarımı bilimsel çalışmalarla değil daha yaşamsal ve ruhsal sorunlara yöneltmek gereğini duydum.

Günün birinde “Senin yaşın doldu, emekli olacaksın” dediler, elime o zamana kadarki başarılı hizmetlerimden dolayı bir teşekkür mektubu, hatta bir de plaket verdiler. Fakat işten ayrılmaya cesaret edemedim. Ayrılınca ne yapacaktım? Nasıl geçinecektim? Aynı kurumda anlaşmalı olarak çalışmaya devam ettim ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Çalışma sistemi, çalışma yöntemleri ve mesleğin anlayış ve değerleri çok değişmişti. Neredeyse her şey dijital ortamda işlem görüyordu. İşleri yürütecek kadar uyum sağladım ama eski uygulamalardaki, doğrudan, insandan insana iletişim şeklini hep özlemle hatırlıyorum. Şimdiki idari düzende üsten assa doğru hiyerarşik, dikine ve tek yönlü bir ilişki var. Yani yukarlardan emir veriliyor ve aşağıdakiler uyguluyor. Çalışan kişiler arasındaki yatay ilişkiler azaldı. Kimse yanındakini çok dikkate almıyor. Yeni gelen yöneticilerin idari ve iş uygulaması benim dönemime kıyasla farklı fakat daha başarılı. Yöneticiler ve çalışma arkadaşlarım bana yaşlı bir meslektaşları olarak saygı gösteriyorlar fakat ciddiye almıyorlar, itibarım kalmadı, değerim yok artık. Eskimiş, iyi çalışmayan bir alet gibi bir köşeye atıldım, sanki işe yaramayan bir nesnenin ayaklarına dolaşmasını istemiyorlar. Gitmemi istediklerini sanıyorum. “Git artık devrin doldu. Git artık arkadan gelen genç kişilere yer açılsın” dediklerini sanıyorum. İçimden onlara kızıyorum. “Sizin de yaşlanacağınız bir gün gelecek, bakalım siz nasıl olacaksınız” diyorum. Tabii o zaman ben olmayacağım. Ah! Yatsam uyusam mı? Uyuyup hiç uyanmasam mı? Sonra, yine de bu yaşa kadar aktif olarak geldiğim, iyi kötü bir şeyler başardığım için kendimi şanlı saymam gerektiğini düşünüyorum. “Her şeyin bir sonu var” diyorum. “Kabul et ve uyum yap.”

Duygularımı zor kontrol ediyorum. Biraz duygusal yanı olan bir şey söyleyecek olsam ağlamaklı oluyorum. Arada bir şiirle efkâr dağıtıyorum:

Hoyrattır bu akşamüstüler daima. / Gün saltanatıyla gitti mi bir defa / Yalnızlığımızla doldurup her yeri” / “Dalga dalga hücum eder pişmanlıklar”  / “Kardır yağan üstümüze geceden, / “Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,”  / “Kar yağıyor üstümüze, inceden.”

ya da:

Ömrümüz  / Kumsala yazılmış / Kelebeğin kanat vuruşu gibi geçer / Hayatın ne olduğunu anlayacakken / Bir dalga siler tümünü / Biraz iz kalır anılarda / Sonra o da kaybolur

Evde de bir itibarım kalmadı. Eşim bana söyleyeceği hiçbir sözü sakınmıyor. Beni işe yaramaz biri olarak görüyor. Evden çekip gitmemi, başka yerlerde kalmamı istiyor. Oğlum kendi âleminde, yapıp edeceği hiçbir şeyi bana sormaz.  Geçenlerde “Bana öğüt verme. Doğru ve yanlış şeyler konuşunda beni yönlendirmeye çalışmandan hoşlanmıyorum” dedi. İnsan, oğluna doğru ve yanlış bildiği şeyleri söyleyemezse kime söyleyebilir ki…

Dünya çok değişti, insanlar da. Gençler benim zamanıma göre çok farklı. Elektronik aletlere bağımlı yaşıyorlar ve elektronik aletler aracılığıyla iletişim kuruyorlar. Çevremde gördüğüm gençlerin hemen hepsi yakışıklı, iyi giyimli kuşamlı, fakat yakından tanıyınca bazılarının eğitiminin, beceri ve donanımlarının yetersiz olduğunu görüyorum buna rağmen çoğunun benlik duyguları yüksek sanki dünyanın merkezi kendileriymiş gibi davranıyorlar fakat aralarında şövalye ruhlu olanlar da var ki onları daha çok seviyorum.

Hocalarımın ancak bir ikisi hayatta kaldı. Arkadaşlarımdan bazıları öldü, bazıları çok uzaklarda, bazılarıyla yıllar içinde koptuk. Yani çevremdeki insanlar azaldı, olanlarla da iletişim kuramaz olduk. İş yerinde ve bireysel hayatımda konuşacak sohbet edecek birileri olmasını çok istiyorum ama yok. Kendimi yalnız hissediyorum. İş yerinde yalnızım, evde yalnızım. Alışveriş merkezlerine gidiyorum. Bir kahve, çay içip kitabımı okuyorum, notlar alıyorum ya da boş gözlerle çevreye bakıyorum. Birlikte dolaşan, konuşan, paylaşan kişilere imreniyorum.

Kendimi olayların ilişkilerin, günlük hayatın uzağında kalmış hissediyorum. Yaşam ışıltılı, içinden müzik, şarkı sesleri gelen bir gemi gibi süzülüp gidiyor. Ben bir sandalda onun gidişini seyrediyorum. Sesleniyorum duyan yok. Yaşamın dışında kaldım. Her yeri dolduran bu genç insanlarla arkadaş olamayacağım. Alanımda önemli görevleri başkaları yürütecek. Hayal ettiğim şeyleri yapabilecek miyim? Olasılıkla yapmayı düşündüklerim sadece bir hayal olarak kalacak. Kalan yıllarımın şimdikinden daha iyi olmayacağı belli…

Bulunduğum kurumun hoşgörüsü ile halen, devrine yabancı kalmış biri de olsam, uyum sağlamaya gayret ederek çalışmayı sürdürüyorum. İş şimdilik beni hayata bağlıyor ve oyalıyor. Önümüzdeki bir iki yıl içinde ayrılmamın kaçınılmaz olduğu belli. Hepten boş kalınca ne yapacağım ve başıma neler geleceği üstüne senaryolar üretiyorum, çeşitli endişeler ve sorular kafamı dolduruyor. Ailesi, çocukları, torunları ile beraber yaşayan, onlar tarafından kollanan ve sevilen bir ihtiyar kişi ne kadar şanslı, farkına varmasa bile, ne kadar mutludur. Çevremden böyle bir destek gelmeyeceğini ve yalnız yaşayacağımı biliyorum.  Yarın, çalışmayan, hepten yalnız ve ihtiyar biri olunca, depresyona girer miyim? Hastalık, çöküş, ne zaman ve nasıl olacak? Ömrümün son zamanlarını nasıl yaşayacağım? Nasıl öleceğim?

Şu kesin ki elim ayağım tuttukça ve aklım başımda oldukça ayakta kalmak, yaşamı güzel ve anlamlı şeylerle doldurmak için elimden geleni yapacağım. Her şeye rağmen yaşam çok güzel ve dünya o kadar güzel şeylerle dolu ki…  Bu ışık, var olmak, var olmanın bilinci çok güzel ve yapılacak o kadar güzel şey var ki… Günün uğraşları, yürümek ve bedensel aktiviteler, imkân olursa tanışılıp konuşulacak insanlar, imkân olursa gezilip görülecek yerler, kitaplar, filmler, müzik, kafamızda şekillenmiş insanlığın geçmiş ve gelecek hikâyeleri ve kendi hayat hikâyelerimiz ve nerden gelip nereye gittiğimiz üstüne düşünüp akıl erdirmeye çalışmak, okumak, yazmak,  elimden gelirse bazı yaşantı ve anılarımı kitaplaştırmak…

Ölüm nerede, nasıl, ne zaman gelir bilemeyiz ama sonuçta hepimiz ölürüz. Benim ölümüm yalnız bir ihtiyar olarak biraz daha hüzünlü olacak.  Yatıp uyumak ve kalp durmasından mesela bir daha uyanmamak, güzel bir ölüm.  Grip, zatürre yaşlılar için bir kurtarıcı olabilir,  bir iki gün öksürüp hapşırırken bilincimiz kapanır ve gideriz. Fazla ağrı yapmayan ve hepten yatağa düşürmeyen bir kansere de razıyım. Bunama bana göre değil çünkü bakacak kimsem yok. En kötüsü de felç olup yatalak ve bakıma muhtaç kalmak. Dileğim, ölümüm, vaktiyle anneannemin dediği gibi olur: “Azıcık ağrı, ehvence ölüm.”

Rumuz: İhtiyar

“Uzun bir ömür için dua eden fakat yaşlılıktan korkan aptallarız.”
~ Çin Atasözü